Hürriyet Yazarı İlber Ortaylı bugünkü köşesinde eğitim ve öğretim meselesini ele aldı.
Türkiye’de eğitimin modernleşmesine devletin kendisi karar vermiştir. 18. asırdan beri savaşa yarayan mektepler “Mühendishane” adı altında; topçuluk, fen, matematik, fizik öğreten ve hakikaten Fransızların “génie militaire” dedikleri “askeri mühendislik” okulları, Bahriye ve Tıbbiye’deki eğitim ister istemez devletin muhtevasına göre düzenlediği dallar olmuştur.
19. yüzyılda lisan eğitimi dolayısıyla Müslüman ve gayrimüslim nüfusun yöneldiği misyoner okulları (ki bunlar 1/10’i bile ayakta değildir; 20. yüzyıl başında sadece İstanbul’da 33 İtalyan okulu vardı) zamanımızda başka bir mecraya yönelmiştir. Devlet Fransızca eğitimin zaruretini anlar anlamaz daha Sultan Abdülaziz devrinde ilgili mektep Mekteb-i Sultani ismiyle; yani Lycee Imperial Ottoman de Galata-Serai, Galatasaray Lisesi kurulmuştur. Bu okul kendisinden aşağı yukarı 60 yıl kadar genç olan, şimdi St. Petersburg civarındaki Tsarskoe Selo’dan (Puschkin Gymnasium) sonraki ilk örnektir. Batılılaşmanın gereklerini de biz yerine getiririz felsefesine dayanır. Benim neslimin okuduğu dönemde yabancı dil eğitimi İstanbul’da misyoner kökenli yahut yabancı devletlerin laikliğe yakın özel liselerinde yoğunlaşmıştı. Galatasaray istisnaiydi, devlet okuluydu.
O yıllarda İstanbul Erkek Lisesi yoğun Almanca eğitime döndü, Almanya’dan öğretmenler getirtti. Şüphesiz ki işlem Tevhid-i Tedrisat Kanunu’ndaki kurala uymuştu. Sosyal dersler Türk öğretmenler tarafından Türkçe okutulacak Milli Eğitim kurallarına göre matematik ve doğa bilim dersleri Almanca, Fransızca veya İngilizce yapılacaktı. British High School kapandı. Bence devletimizin Britanya’nın bütçe kısmasını yüklenmesi ve birlikte okulu kontrol altına almamız lazımdı. Çünkü İngilizcenin çok iyi okutulduğu bu okulda Milli Eğitim Bakanlığı’nın kontrolünü arttırarak eleman yetiştirmek mümkün olurdu.
DÜŞÜNMEMİZ GEREKEN KONULAR
İstanbul Lisesi giderayak Almanya, Avusturya’ya öğrenci göndermeye ve Beykoz’da kurulan Türk Alman Üniversitesi’ne yöneliyor. Bir de Saint George Avusturya Lisesi ve Alman liseleri var. Bunların talebe dağılımına ve yüksek tahsildeki yönelimine dikkat etmek gerekir. Alman Lisesi’nin bu yıldaki dağılımına baktığımız zaman Robert Kolej benzeri olarak kurulan Hisar Lisesi’nin ağırlıkla Amerika’ya yönelişi gibi bir durum var. Bunu düşünmek zorundayız.
Liseyi bitirene kadar Almancanın öğrenilmesi, tedrisatta kullanılması öğrencilere bir avantaj sağlar. Fakat yüksek tahsilde aynı biçimde Almanca konuşulan ülkelere yönelmesi arzu edilecek bir durum değildir. Türkiye’de eğitim gören insanların söz konusu olan yabancı dilse iyi İngilizce öğrenmeleri gerekir. Bunun mesela İngiltere gibi yerlerde sağlanması gerekir.
Türk gençliği her yere yöneliyor. Dış üniversitelerde Almanya’da seçkin kurumlar olduğunu iddia etmek zor. Karlsruhe ve Aachen gibi yerlerdeki teknik üniversiteler iyi kurumlardır. Hukuk fakülteleri ve eczacılık dalı için de benzer şey söylenebilir ama gençlerimizin Bochum’daki Ruhr Üniversitesi’ne dahi yönelmesi bir kayıptır. Alman üniversitelerinin kendileri seçkin öğrencilerini ABD’nin doğusundaki ve İngiltere’deki okullara gönderiyorlar. Sosyal bilimler dalında Alman üniversitelerinin öğrenci sayısı aşırı derecede kalabalıktır. Bunları çoğunda da kütüphanenin düzeni, bırakınız ABD üniversite kütüphanelerini, İsrail’deki kütüphanelerle ve memleketimizdeki Bilkent yahut Koç Üniversitesi gibi kuruluşların kitaplıklarıyla dahi mukayese edilemez.
Her Alman şehrinin tiyatro, müzik, opera, sergiler konusunda büyük Alman merkezleri gibi hizmet vermesi mümkün değildir. Küçük şehir küçük şehirdir. Türk üniversite gençliği liseden gidenler ve Almanya’da büyüyenlerin kaynaşma durumuna bakmak gerekir. Amaç Almanya’daki Türk grubunun gençlerinin dahi Avrupa’nın başka ülkelerine yönelmesi, başka dilleri iyi öğrenmesi olmalıdır. Bu bakımdan Alman Lisesi mezunlarının son yılda sadece yüzde 2’sinin Türk üniversitelerine devam etmesi doğru bir yönelim değil.
ALMAN LİSESİ MEZUNLARININ ÜNİVERSİTE TERCİHLERİNİN ÜLKELERE GÖRE DAĞILIMLARI
2012 yılında talebenin yüzde 80’i Türk üniversitelerine gitmiş. Ağırlık yine İstanbul’da. Mesela ODTÜ’ye 2 öğrenci girmiş. 2022 yılında ise Alman Lisesi’ni bitirenlerin daha çok Almanca eğitimli yerle gittiği göze çarpıyor. Burada psikolojik kaçmalar kadar yanlış bilgilendirmenin rol oynadığı açıktır. 1960’larda kültürel ve akademik hayatıyla İstanbul gençliğinin seçkinlerini cezbeden Ankara’nın artık istenmeyen bir taşra konumuna dönüşmesi bir kayıp olur çünkü Ankara hâlâ ODTÜ gibi, Bilkent gibi, Hacettepe ve Ankara Üniversitesi’nin belirli bölümleri gibi seçkin eğitim kurumlarına sahip.
Türkiye’nin liseler itibarıyla seçkin okullarından çıkan gençlerinin arz edilen mekanizmaları fazla gözden geçirmeden, sınamadan, ciddi bir takip yapılmadan dışarıya atıldığı görülüyor. Aynı istatistiklere fen liselerinden, Kabataş gibi mekteplerden, Galatasaray mezunlarından ve yine aynı şekilde Galatasaray Üniversitesi mezunları açısından bakılması gerekir. Mukayeseler bize eğitim hakkında fikir verecektir. Bilindiği ve görüldüğü kadarıyla Türkiye’de genç beyinlerin dışarıya kaptırılma süreci başlamıştır. Son 10 yılın bu akımıyla memleketimizin mekanizmasının baş etmesi mümkün değildir.
Demokratik bir rejimde yaşıyoruz. İsteyen istediği ülkeye okumaya gider ama belli ki bu seçimde başka faktörler görülüyor. İnsanlar artık çocuklarının ilkokulda bile iyi eğitilmediği kanaatindeler. Bunda bazen haksız da değiller. İş giderayak orta eğitimdeki kurumlara ve yüksek tahsil kurumlarına yöneliyor. YÖK’ün vakıf prensiplerine uymadığı açık olan birtakım özel üniversitelerini ve aynı şekilde devlet üniversitelerini tatil etmesi gerekir. Eğer bu enflasyon sona ermezse Türkiye’de kurumların yararlı olması mümkün değildir. Eğitim kalitelerinin yeniden değerlendirilmesi gerekir.
Parlamenter komisyonları kurmak, YÖK’ün kendi teftiş kadrolarını görevlendirmek yetmez. Geniş akademisyen katkılı ve üniversitelerin üst sınıflarından gelen gençlerin de katıldığı araştırma ve inceleme grupları olmalı. Raporlar bir an evvel kamuoyuna sunulmalıdır. O zaman bu acil ve köklü reformun ne için gerekli olduğu, kaçınılmaz olduğu anlaşılır.
GENÇLER AFFETMEZ
– Eğitim göz boyamayla devam edemez. Siyasal bakımdan kendine uygun gençlik yetiştirdiğini zanneden her akımdan siyasetçi kendini aldatır. Çünkü gençliğin göz boyanarak aldatılmasını en başta gençler affetmezler. Bugün tatmin ettiğinizi zannettiğiniz ve kendilerini mutlu zanneden gençler birkaç yıl sonra gerçekleri gördükçe daha fazla kinlenirler. Bu raddeye düşmemek gerekir. Eğitim hakikaten ulusal bir meseledir ve bir asgari müşterektir. İnsanlar ilk anda aldıkları eğitimle oyalanırlar ama birkaç yıl sonra kendilerinin aldatıldığını fark ederler. Bunu yabancı üniversitelerde teşhis ettim. Mesela Berlin’deki Freie Universität’ta politoloji bölümünde bazı hocaların ders sisteminin çok demokratik zannedildiği ve takdir edildiğini ama talebelerin bir iki sömestr sonra bir şarlatanın önünde vakit kaybettiklerini söylediklerini hatırlıyorum.
Bütün dünyada üniversitelerde kalite düşüklüğü var. Ama bu kalite düşüklüğü gençleri çok fazla oyalayamayacak. Fransa’daki yüksek okulların dışından üniversitelerin nitelik düşüşü 1968’de patlak verdi. Bugün yine aynı şeyin tekrar etmemesi için bir sebep görülmüyor. O zaman Avrupa’ya yayılan bu olay üniversitelerde sözde bir reform dalgası getirdi. Reformun gerçek olmadığı ve reformistlerin işleri daha da tavsattığı anlaşıldı.
Hocaların yeterince birlikte çalışarak öğretemeyeceği kalabalık eğitim kurumlarının kütüphane, laboratuvar gibi tesislerinin yetersizliğinin açık olduğu; nihayet talebelerin barınma, beslenme ve spor yapma kurumlarının hiç kale alınmadığı üniversitelerin Avrupa üniversitelerinde de bir gerçek olduğu açık. Eskisi gibi değiller. Ama bizde bu konu galiba sıfıra yakın. İlla kıyamet kopmasını beklemeden işlerin düzenlemesine girişmek gerekir. Bu bir siyasi parti, iktidar ve muhalefet meselesi değil ulusal bir meseledir. Çocuklarımızın, gençlerimizin geleceği ve sağlığıdır.