Hürriyet Yazarı İlber Ortaylı,bugünkü köşesinde Haleb’ten bahsetti.
1966 yılında Haleb’e gitmiştik. Antakya’dan sınırı geçtik. Haleb, adeta rüya gibi bir şehirdi. Kendimi bir anda 19. ve 20. yüzyıl Osmanlı Türkiyesi’nde bulmuş gibi hissettim. Şehirde farklı etnik ve kültürel unsurlar bir arada yaşıyordu. 1967’de ise İsrail Savaşı çıktı. Bu renkli, antika dünya mahvoldu. O günkü Haleb’i, 10 yıl sonra, 1976’da tekrar ziyaret ettiğimde yine aynı güzelliğiyle gördüm. Ancak bugün aynı Haleb’i görebileceğimi sanmıyorum. Oysa Haleb, Türkiye tarihi ve Ortadoğu için her zaman çok önemli bir merkez olmuştur.
SURİYE adıyla anılan bir siyasi birlik, ne Roma İmparatorluğu’nda ne de Osmanlı İmparatorluğu’nda mevcuttu. Osmanlı İmparatorluğu’nun en büyük vilayetleri arasında Selanik ve Haleb başı çekerdi. Aynı şekilde, “Hüdâvendigâr” adıyla bilinen Bursa da bu vilayetlerden biriydi. Bu vilayetler, bugünkü birkaç bölgeyi içine alacak kadar genişti. Haleb, kendisine oldukça yakın olan Anteb (Ayıntab) Sancağı’nı ve Urfa’yı da kapsardı. Şimdilerde HTŞ’nin (Heyet Tahrir el-Şam) ilerlediği Hama da bu eyalete dahildi. Bu vilayetlerdeki tımarların sayısı fazlaydı ve asker mevcudu yüksekti. Her merkezin çarşılarındaki üretim, ayrı bir zenginlik kaynağıydı.
Haleb ile Şam arasında tarih boyunca büyük bir rekabet vardı. Öyle ki Şamlılar, Halebliler için “Timurlenk’in veletleri” tabirini kullanırdı. Ne yazık ki, son kriz sırasında Esad’ın milisleri Haleb ve halkına çok ağır bir yıkım yaşattı.
BU BÖLGEDE SORUMSUZCA DAVRANILAMAZ
Memluklar ve Osmanlılar dönemlerinden beri her türlü zenginliğin merkezi olan bu bölgenin ne zaman ve nasıl ıslah edileceği belirsiz. Ayrıca Haleb halkının, kendileriyle hiçbir bağı olmayan bir idarenin altında yaşaması mümkün değil. ABD’nin bu bölge üzerindeki, Akdeniz’e uzanmayı amaçlayan ve yerel YPG’yi destekleyen stratejisi ise son derece sakıncalı. Türk sınırlarının; güneydeki sanayi ve tarım havzasının geleceği açısından, bu bölgenin böylesine sorumsuz bir politikaya terk edilmesi mümkün değildir.
Bu vilayet, dinler ve mezhepler açısından oldukça renkli bir nüfusa ev sahipliği yapıyordu. İmparatorluğun son dönemlerinde dahi, Vilayet İdare Meclisleri’ndeki cemaatlerin ruhani ve laik temsilcilerinden oluşan bir yapıya sahipti. Adeta tarihte benzeri görülmemiş bir ruhban şurasını andırıyordu. Bölgede konuşulan diller de inanılmaz bir çeşitlilik gösteriyordu. Sadece Türkçe ve Arapça değil, Fırat kıyısındaki doğu bölgelerinde Kürtçe; Haleb ve civarındaki şehirlerde ise İtalyanca ve Fransızca bile konuşuluyordu.
18. yüzyıldan beri Akdeniz ticaretinin en önemli merkezlerinden biri olan Haleb, bugün de bu rolü üstlenmeye adaydır. Ancak Hafız Esad ve halefinin yönetimindeki Suriye’de bu bereketli yapının devam etmesi mümkün görünmüyor. Rusya, Putin’in liderliğinde ilk kez Akdeniz’e girdi ve Suriye’de bir üs kurdu. Ancak bu üssü ne derece başarıyla elde tutabileceği konusunda henüz ikna edici bir gelişme görülmüyor. ABD ise Ortadoğu politikasını kendi çıkarlarına göre şekillendiriyor, ancak bu tamamen bilgisizlik üzerine kurulu bir stratejidir. Şehirlerini terk eden insanların nasıl ve ne kadarının geri döneceği ise belirsizliğini koruyor.
Televizyon programı için çekime gittiğimiz Haleb kalesinin önü.
YAPILACAK EN İYİ ŞEY NEDİR
Yapılacak en iyi şey, Suudi Arabistan gibi ne yapacağını bilemeyen bir siyasi yapının ötesine geçip mali yönden daha güçlü olan Katar gibi bir devletin desteğiyle Haleb ve civarında asayişi sağlamak ve geri dönen mültecilerin refahını ve rehabilitasyonunu temin etmektir. Ancak bu, Esad yönetimi altında mümkün değildir. Esad rejimi, Suriye nüfusunun yalnızca yüzde 7-8’ini temsil eden unsurların oluşturduğu, bir arada yaşamaları mümkün olmayan bir topluluğa dönüşmüştür. Rejim ancak kendi taraftarlarıyla Batı Suriye’de Lazkiye civarında tutunabilir.
Eski Suriye’nin aslında çok da eski bir yapı olmadığı, Birinci Dünya Savaşı sonrasında ortaya çıkan bir Fransız tasarımı olduğu açıktır. Bu yapılanmanın tekrar restore edilip edilemeyeceği ise büyük bir soru işaretidir. Bu restorasyon sürecinde ABD, İran ve Rusya gibi güçlerin bir anlaşmaya varmaları ve etkili bir şekilde varlık göstermeleri pek olası görünmüyor. Bölge devletlerinden en iyi niyetli olanı ise yine Türkiye ve onun müttefikleri olabilir. Bu bağlamda, bölgede bir tür diriliş sağlanabilir.
1966 yılının Mart ayında Türk-Arap Talebe Birliği ile Haleb’e gitmiştik. Antakya’dan sınırı geçtik. Doğa gerçekten çok güzeldi. Haleb, adeta rüya gibi bir şehirdi. Kendimi bir anda 19. ve 20. yüzyıl Osmanlı Türkiyesi’nde bulmuş gibi hissettim. Şehirde farklı etnik ve kültürel unsurlar bir arada yaşıyordu. Lokantaların sunduğu lezzetler başka bir tat ve renkteydi. Çarşı pazarın canlılığı ve renkleri büyüleyiciydi. Türkçe, şehirde konuşulan bir dildi; özellikle yaşlı nüfus bu dili kesinlikle biliyordu. Ayrıca, muhtemelen Çukurova’dan göç etmiş olan bir Ermeni nüfus da vardı. Doğrusunu söylemek gerekirse, Türkiye’den gelenlerle aralarında düşmanca bir ilişki yoktu.
ORADA YOK OLAN ŞEY HERKESİN ORTAK MİRASI
1967’de ise İsrail Savaşı çıktı. Bu renkli, antika dünya mahvoldu. O günkü Haleb’i, 10 yıl sonra, 1976’da tekrar ziyaret ettiğimde yine aynı güzelliğiyle gördüm. Ancak bugün aynı Haleb’i görebileceğimi sanmıyorum. Oysa Haleb, Türkiye tarihi ve Ortadoğu için her zaman çok önemli bir merkez olmuştur.
Haleb ve Şam’la ilgili açık konuşmak gerekirse, ilk ziyaretimden sonra geçen 20 yıl boyunca bu şehirlerin korunmuş olmasına hayran kalmıştım. Fakat Arap dünyasında hiçbir şeyin devamlılığına ve sağlamlığına güvenemezsiniz. Bugün bu şehirleri harap hâle getiren de yine aynı yönetimdir. Ancak yok olan şey sadece şehirlerin yapıları değil; bin yıl boyunca orada yaşayan herkesin ortak mirası ve geçmişidir.
Rusya’nın Suriye’deki tutumu, bırakın bugünkü dünyanın gereklerine uygun olmayı, 19. yüzyıl Çarlık Rusyası’nın Şark’taki yönetim ve koruma anlayışına bile benzemiyor. Amerikalılardan ise zaten Ortadoğu’yu anlamalarını veya korumalarını beklemek mümkün değil.