Dervişoğlu: Sahada biten teröre, siyasette can suyu veriyorlar!

0
4

İYİ Parti Genel Başkanı Müsavat Dervişoğlu, “Türkiye’de kadının adı, tarihte örneğine rastlanmayacak şekilde yok edilmekte ve silinmektedir. İktidar, kadınlara ‘doğurun’ talimatı verirken ‘yaşayın’ demeyi aklından geçirmemektedir. 2025 sözde aile yılı ilan edilirken, ailenin diğer yarısı olan kadının hali umurlarında değildir. Cumhuriyet fikrinden uzaklaşıldıkça kadınlar da yaşamdan uzaklaştırılmaktadır. Kadınları hem sosyal hem de ekonomik şiddetten korumak için mevcut yasaların etkin bir şekilde uygulanması gerekmektedir ancak İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılması psikolojik bariyeri yıkmış, kadınların hukuki güvencelerinin zayıflatılmasına yol açmıştır. Hukukun üstünlüğüne inanıyorsak kadınları korumayan bir hukuk düzenini asla kabul edemeyiz” dedi.

İYİ Parti Genel Başkanı Müsavat Dervişoğlu, partisinin TBMM’deki haftalık grup toplantısında gündeme ilişkin açıklamalarda bulundu. Grup salonuna pazar günü hayatını kaybeden sanatçı Edip Akbayram’ın “Eşkıya dünyaya hükümdar olmaz” şarkısıyla giren Dervişoğlu’nu salondaki partililer, ellerindeki Türk bayraklarıyla karşıladı.

8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü dolayısıyla kadınların yoğun katılım gösterdiği grup toplantısına Dervişoğlu, konuşmasına “Bugün cennet vatanımızın her bölgesinden kadın misafirlerimiz ve dava arkadaşlarımız var. Partimiz kurulduğu günden beri 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’ne denk gelen haftada, grup toplantımızı kadınlarımızın yüksek katılımları ile gerçekleştiriyoruz. Gerek salonumuza teşrif eden ve gerekse ekranları başında ve sosyal medya platformlarında bizleri izleyen tüm kadınlarımızı sevgi ve saygıyla selamlıyorum” sözleriyle başladı.

Konuşmasında ekonomiye ilişkin değerlendirmelerde bulunan Dervişoğlu’nun açıklamalarından öne çıkanlar şöyle:

“Güzel günler görmeye hasret kalan milletimiz, ‘Aldırma gönül aldırma’ diye diye ekonomik krizin yakıcı ortamında tam 7 yıl geçti. İktidarın kasıtlı bu yoksullaştırma siyaseti içerisinde girdiği, yeni bir ramazan ayının ilk haftasındayız. Allah cümlemize nice hayırlı ramazanlar göstersin inşallah. Ancak saray iktidarının Türk milletine reva gördüğü hayat içerisinde bollukla, bereketle, paylaşmakla mülhem bu mübarek ay bile maalesef anlamını yitirmektedir. Vatandaşımız dünya nimetleriyle olan nefis imtihanını, iktidarın doymak ve durmak bilmez nefsi sebebiyle bir yaşam mücadelesi şeklinde yürütmektedir. Ne yıllardır tutulmayan vaatler ne sonu gelmeyen laf kalabalıkları vatandaşın aç karnını doyurmamakta, ruhunu zenginleştirememektedir.

Bir de devletin kurumları bu yalan dünyasına alet olmuşken geldiğimiz noktada TÜİK ile vatandaş mahkemeliktir ve bu hal, iktidardaki kimsenin umurunda değildir. Onlar çatlarcasına kul hakkı yerken, milletin huzurunu sağlamak ve mutlu kılmakla sorumlu devlete olan güven kaybolmuştur. Bu güven kaybı, milletleri içeriden çürüten bir hastalıktır. Bu yüzden verileri, sayıları bu gözle okumak gerekmektedir. Bir ekonomide güven endeksi, 0-200 aralığında ölçülür. 100 puanın altında, ekonomiye güven yok ve vatandaş kötümser demektir. Veriler yerine sarayın dileklerini yayımlayan güven kaybının baş aktörlerinden davalı TÜİK’in verilerine göre, Ocak 2025 güven endeksi 99,2 olmuştur.  Ekonomi aktörleri ile hükümet arasındaki görüş farklılığı, Merkez Bankası’nın şubat ayı ‘Sektörel Enflasyon Beklentileri Anketi’nin sonuçlarında da kendini göstermektedir. 12 ay sonrasına dönük yıllık enflasyon beklentilerini araştıran ankete göre; yıllık enflasyon beklentisi reel sektör temsilcilerinde yüzde 41,9, hane halklarında ise yüzde 59,2’dir. Merkez Bankası enflasyon hedefini yüzde 21’den 24’e yükseltmesine rağmen reel sektörün enflasyon beklentisi bankanın hedefinin yaklaşık iki katı, hane halklarının beklentisi ise yaklaşık üç kat üzerinde olmasıdır.

Kendi yalanlarına inanmaya başlayan bir yönetim aklı ülkeyi felakete sürüklemekte

Ortaya çıkan rakamlar arasındaki uçurum göstermektedir ki aynı ülkede yaşıyoruz ancak aynı ülkeyi yaşamıyoruz. Erdoğan ve adları her ne kadar bakan olsa da etkisiz ve yetkisiz birer sekreterden farksız olan tahsildarlarının yap-boz yöntemi ile yürüttükleri ekonomi anlayışı olduğu sürece, vatandaşlarımızdan esnafımıza, büyük sanayiciden üreticiye kadar tüm kesimlerin ekonomi politikasına ve uygulamalarına güvenmemesi vakayı adiyedendir. Rakamlarla ortaya çıkan vahim tablo yalnız enflasyon oranları ile sınırlı değildir. TÜİK tarafından açıklanan 2024 yılına ilişkin büyüme rakamları da benzer şeyleri söylemektedir. TÜİK’e göre ülke ekonomisi 2024 yılının son üç aylık döneminde yüzde 3, yılın tamamında ise yüzde 3,2 oranında büyüme gerçekleştirmiştir. Söz konusu ortalama yıllık yüzde 3,2 oranındaki büyümeye baktığımızda, bu büyümenin başlıca inşaat, net vergi ve finans sektöründeki büyümeden kaynaklandığını, sanayi sektöründe ise çöküş yaşandığını, tarım kesiminin de hemen hemen hiç büyüyemediğini açık seçik bir şekilde görmek mümkündür.

Bu görünüm bize ekonominin deprem inşaatları, özellikle hane halkının kredilere dayalı tüketimi ve dolaylı vergilerdeki büyük artışlar eliyle büyüyebildiğini göstermektedir. Türkiye’de yatırıma ve reel üretime bağlı ekonomik büyüme ortadan kaldırılmıştır. Türkiye’nin en kötü şartlarda potansiyel büyümesi yüzde 4,5–5 olan bir ülkedir. 2024 büyümesinin potansiyelin altında kaldığını söylemek mümkündür. Hükümet açıklanan büyüme rakamlarını şaha kalkış olarak okumaya çalışsa da nasıl bir şaha kalkış olduğunu anlamak mümkün değildir. Ekonomi yönetimi açıklanan rakamlarla kişi başı milli gelirin yükseldiğini söylemeye çalışsa da yılın 2. ayında açlık sınırının altında kalan asgari ücreti açıklamaktan ısrarla geri durmaktadır. Rakamları istedikleri kadar evirip çevirsinler, milletimizi aldatmaya yönelik istedikleri kadar illüzyon oyunlarına girsinler, gerçekler apaçık ortada durmaktadır. Türkiye ekonomisi kötü yönetilmektedir. Kendi yalanlarına inanmaya başlayan bir yönetim aklı ülkeyi felakete sürüklemekte, onarılması güç yaralar oluşturmaktadır.

Saray, hakkını arayan değil, hak diye ona reva görülenlere razı köleler arzu etmektedir

İş dünyasının en büyüklerinin dahi başına gelenler düşünüldüğünde ise vaziyet sürpriz değildir. TÜSİAD’ın başına gelenler ortadadır. Geçtiğimiz yıl bu günleri hatırlayalım. Üç harfli marketleri, enflasyonun sorumlusu ilan etmişlerdi. Netice? Netice yoktur, çünkü sorun kendileridir. Daha geçen yıl bu zamanlarda, büyük zincir marketleri suçlu ilan edip hedef göstermişlerdi. Enflasyonun sorumlusu olarak üç beş marketi göstermiş, tehdit etmişlerdi. Bugün ise Maliye Bakanlığı eliyle küçük esnafın yakasına yapışmışlardır. Vergi denetimleri, maliye baskınlarıyla fırınlardan, bakkallardan, kendilerinin açtığı israf ve kayırma deliğini yamamaya çalışmaktadırlar. İşçilerin, emekçilerin hali ise ayrıca bir trajedidir. 2002’den bugüne kadar en az 21 kez grev erteleme adı altında işçiler hakkını arayamaz hale getirilmiştir. Bugün grev ve lokavt, işçi ve işverenlerin her türlü hakkı gibi fiilen ortadan kaldırılmıştır. Çünkü saray, hakkını arayan değil, hak diye ona reva görülenlere razı köleler arzu etmektedir. Emeğiyle geçinen insanlara ‘sesini çıkarma, yoksa ekmeğinden olursun’ denilen bir düzende adalet olur mu? Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu’na göre, Türkiye’yi çalışanlar için en kötü on ülke arasındadır. Buna rağmen, ne üretim ne de verimliliği arttıracak tedbirler alınmamaktadır.

Ekonomiye güven yerine vatandaşa korku ikame edilmekte

Esnaf kredi ve kaynak bulamamaktadır. İhaleler, krediler yandaş olana peşkeş çekilirken, kamu kaynakları har vurup harman savrulurken, gerçekten üretimini arttırmak, yenilik yapmak isteyen üretici küstürülmektedir. Tüm bunlar yetmezmiş gibi artık gündelik bir silaha dönüşen el koyma yetkileri, iş dünyasındaki güvensizliği körüklemektedir. Canlarının istediğine soruşturma, gözaltı, polis ve kameraman nezaretinde adliye ziyareti yaptırılmaktadır. Ekonomiye güven yerine vatandaşa korku ikame edilmektedir. Ne dürüst ve namuslu vatandaş ne de yatırımcı, iş adamı, elindeki üç kuruşun değerini nasıl koruyacağını bilememektedir. O yüzden mesele sadece yabancı yatırımcının gelip gelmeyeceği değildir. Bu iktidar, kendine biat etmeyen yatırımcıyı ve girişimciyi yok olmaya mahkum etmektedir. Akıllarınca bu da bir terbiye metodudur. Medya ile örülen sahte gündemler altında, kayyum sistematiği, artık ekonominin de ayrılmaz parçası haline getirilmektedir. TMSF’ye ve Devlet Denetleme Kurulu’na verilen yetkiler bu amaca matuftur. Bugün TMSF’nin 5 yıl süreyle şirketlere kayyum ataması artık basit bir idari tasarruftur. Siz hakkınızı arayana kadar, iş işten geçmiş olacaktır. Bu yolla saray, ekonominin tüm alanlarını kendi inisiyatifine almaktadır. Ya dedikleri gibi hareket edeceksiniz ya da ömür boyu hatta nesiller boyu inşa ettiklerinize elveda diyeceksiniz.

Böyle bir ortamda kim Türkiye’de yatırım yapar? Yerli sermaye can derdine düşmüş, yabancı sermaye zaten gelmiyor. Hukuk güvencesinin yerini TMSF keyfiyeti almıştır. Bu çarpıklığın ekonomiye vereceği tahribatı tahmin edemiyor olamazlar. Piyasa ekonomisi, girişim özgürlüğü hepsini rafa kaldırarak, tüm iktidarı saraya çektikleri gibi, tüm kaynakları da saraya çekip, işlerine gelene dağıtmak istiyorlar. Sadece işverenler değil, işçiler de aynı sopayla terbiye edilmeye çalışılmaktadır. İşverenlere nasıl TMSF sopası varsa işçiler için de Devlet Denetleme Kurulu’nun yetkileri devreye girmektedir. Bu yolla da canlarının istediği vakıf, dernek ve en önemlisi sendikalara kayyum atayabileceklerdir. Gaziantep’te olduğu gibi hali hazırda sendika yöneticilerini keyfi tutuklatabilen iktidar, sendika yöneticilerine de görevden el çektirebilecektir. Bu uygulamalar, OHAL bağımlısı iktidarın, hepimize normal diye yutturmaya çalıştığı cunta yetkileridir. Yerli ve milli ilham kaynakları da Kenan Evren ve Milli Güvenlik Konseyi’dir. 23 yıldır uyguladıkları ajanda bellidir: Milli varlıklarımızı Varlık Fonu’na devredip, faiz lobilerine rehin göstermektedirler. Diğer kısmını da özelleştirmeler yoluyla yandaşlarına peşkeş çekmektedirler. Kısaca, bir tarafta manda ve himaye rejimi, diğer tarafta da politbüro kuralları işlemektedir. Neticede, milletin ortak ne kadar değeri varsa buharlaşmaktadır.

Türkiye önce konuşacak, sonra da üreterek kalkınacak ve adilce paylaşacak

Cumhuriyetin kuruluşundan itibaren, ekonomi yönetiminin en öncelikli hedefi olan kalkınma hedefi, idarenin ve siyasetinin gündeminden çıkartılmıştır. Başta Devlet Planlama Teşkilatı olmak u¨zere, milli kalkınmaya yönelik kurumlarımız birbiri ardına, tasfiye edilmiş veya etkisiz duruma getirilmiştir. Yani ortada ne plan ne de program kalmamıştır. Kamu kaynaklarının yandaşlara peşkeş çekilmesinden öteye bir sonuç doğurmayan özelleştirmeler sonucunda sadece ekonomik ve kültürel erozyon yaşanmamış, gasp ve yağma ekonomisi kurumsallaşmıştır. Bu yüzdendir ki her yıl ‘Asgari Ücret Komisyonu’ adı altında bir oyun oynanmaktadır. Hükümetin milleti açlığa mahkum etmesini alkışlayıp, meşrulaştırmaktadırlar. Bu yüzden istisna olan asgari ücret, standart haline gelmiştir. Ve sesini çıkartabilen hiçbir sivil toplum örgütü kalmamıştır. Kısaca konuşan Türkiye değil, susan Türkiye böyle yaratılmıştır. Sıradan vatandaş, emekli, memur korkutulmaktadır. İşçi, işveren, sendikalar, sivil toplum kuruluşları susturulmaktadır. Yalnızca ve yalnızca sarayın yankısı duyulmaktadır. İşte bu yüzden, korkunun ve yoksulluğun üzerinde inşa edilen saray iktidarını sona erdirmenin en temel yolu, üreten ve konuşan Türkiye’yi yeniden ayağa kaldırmaktır. Türkiye önce konuşacak, sonra da üreterek kalkınacak ve adilce paylaşacak. Tüm olumsuzluklara ve bu ceberut iktidara rağmen bunu gerçekleştirmeye mecburuz. Korkmayacağız, teslim olmayacağız, milletçe konuşacağız ve hep birlikte başaracağız.”

İktidar, kadınlara ‘Doğurun’ talimatı verirken ‘Yaşayın’ demeyi aklından geçirmemekte

8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü dolayısıyla grup salonunu dolduran kadınlara hitap eden Dervişoğlu, kadınların Türkiye’de yaşadığı sorunlara dikkat çekerek iktidarı eleştirdi. Dervişoğlu, şunları söyledi:

“Saray iktidarı kadınları, yarattığı istibdat kabusunun kurbanına çevirmiştir. Türkiye’de kadının adı, tarihte örneğine rastlanmayacak şekilde yok edilmekte ve silinmektedir. Bir taraftan gündelik şiddet ve cinayetler, bir taraftan ise işsizlik yani ekonomik şiddet. İstanbul Sözleşmesi’nden bir gecede çıktıklarından beri yüzlerce kadın öldürülmüştür. Sadece 2024 yılında, kaydedilen 394 kadın cinayeti vardır. 2025 yılının ilk ayında 33 kadın cinayeti işlenmiştir. Kadınların yaşamdan silinmesinin göstergesi sadece cinayetler değildir. Yaşarken de hayattan koparılmaktadırlar. İşsizlik ve mobbing onları yaşarken öldürmenin aracı kılınmıştır. Dünya geneline baktığımızda; kadınlarda istihdam oranı ise yüzde 45 düzeyindedir. Ama bu rakam Türkiye’de ise halen yüzde 34’ün üzerine çıkamamıştır. 2024 yılı sonu itibariyle İŞ-KUR’a kayıtlı 2.2 milyon işsizin yarısından fazlası kadınlardır. İktidar, kadınlara ‘doğurun’ talimatı verirken ‘yaşayın’ demeyi aklından geçirmemektedir.

2025 sözde aile yılı ilan edilirken, ailenin diğer yarısı olan kadının hali umurlarında değildir. Kadınlar, erkeklerin aldığı maaşın yarısından azını kazanmaktadırlar. Bu tablo birçok şeyi göstermektedir. Cumhuriyet fikrinden uzaklaşıldıkça kadınlar da yaşamdan uzaklaştırılmaktadır. Çocuk yaşta evlilikler, halen toplumsal bir trajedidir. Kız çocukları çeşitli mekanizmalarla örgün eğitimden koparılmaktadır. Kadınları hem sosyal hem de ekonomik şiddetten korumak için mevcut yasaların etkin bir şekilde uygulanması gerekmektedir ancak İstanbul Sözleşmesi’nden çıkılması psikolojik bariyeri yıkmış, kadınların hukuki güvencelerinin zayıflatılmasına yol açmıştır. 6284 sayılı Kanun hâlâ yürürlükte olmasına rağmen uygulaması kazanımlarından ziyade eksiklikleri ile anılmaktadır. Kadınlar devletin korumasına ihtiyaç duyduğunda yeterli desteği alamamaktadır. Kadınların can güvenliği için caydırıcı cezalar ve etkin koruma mekanizmaları yetersizdir. Hukukun üstünlüğüne inanıyorsak kadınları korumayan bir hukuk düzenini asla kabul edemeyiz.

İyilerin iktidarında, 6284 sayılı Kanun en etkin bir biçimde uygulanacak

Kadınların güçlenmesi sadece ekonomik refah açısından değil, aynı zamanda milli birlik ve beraberliğimiz açısından da önemlidir. Kadınlar, Türk milletinin temel direğidir. Onların haklarını güvence altına almak sadece bir sosyal sorumluluk değil, aynı zamanda bir devlet meselesidir. Bugün, kadınları daha fazla iş hayatına katacak, şiddetten koruyacak ve eğitimde eşit fırsatlar sunacak reformlara ihtiyacımız vardır. İYİ Parti Genel Başkanı Müsavat Dervişoğlu olarak kadınların ve herkesin huzurunda söz veriyorum: İyilerin iktidarında, 6284 sayılı Kanun en etkin bir biçimde uygulanacaktır. Devlet, kadına şiddeti önleme konusundaki uluslararası taahhüdünü yeniden üstlenilecektir. Uzaklaştırma ve koruma kararlarına uyulması sıkı sıkıya denetlenecek, ihlal edenlere anında yaptırım uygulanacaktır. Kadına karşı işlenen suçlarda, hakaret, tehdit, darp, cinayet hiçbir suç ayrımı gözetmeksizin indirim kesinlikle olmayacak, yargılama süreçleri yıllarca sürüncemede bırakılmayacak, deliller hızla toplanıp adalet tecelli edecektir. Israrlı takip gibi suçlar Türk Ceza Kanunu’nda açıkça tanımlanmış ve cezalandırılmıştır. Bunların uygulanması titizlikle takip edilecek, kadın sığınma evlerinin sayısı ve kapasitesi arttırılacaktır. Şiddet gören veya görebileceği ihtimali olan kadınlar için sığınma evleri hayatidir. Her ilde, hatta büyük ilçelerde yeterli sayıda kadın sığınma evi kuracağız. Hiçbir kadın ‘Gidecek yerim yok’ diye zorbalığın eline mahkum olmayacaktır.

Kadınların toplumda güçlü olmasının yolu ekonomik özgürlükten geçmektedir. Buradan açıkça ilan ediyorum: Eşit işe eşit ücret ilkesini kesinlikle denetleyeceğiz. Girişimci kadınlar için düşük faizli kredi programları, hibe destekleri sağlayacağız. Kendi işini kurmak isteyen kadınların önündeki tüm engelleri kaldıracağız. Çalışan kadınlara destek olmanın ve aynı zamanda ailenin korunmasını sağlamanın en büyük araçlarından biri olan ucuz ve ulaşılabilir kreşleri yaygınlaştıracağız. Mustafa Kemal Atatürk’ün açtığı yolda, kız çocuklarının eğitimine ayrı bir önem atfediyoruz. Bu yüzden köy okullarını yeniden ihya edeceğiz. Ortaöğretim düzeyinde kız çocuklarının okullaşma oranlarını yükselteceğiz.

8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nü kutlarken, yalnızca çiçekler ve güzel sözler yeterli değildir. Kadınlarımızın hayatını gerçekten iyileştirecek adımlar atılmalı, onların toplumsal hayatta hak ettikleri yere ulaşmaları sağlanmalıdır. Atatürk’ün bizlere miras bıraktığı Türkiye idealine uygun olarak, kadınlarımızın hak ettiği saygıyı görmesi için hep birlikte mücadele etmeliyiz. Tüm kadınlarımızın 8 Mart Dünya Kadınlar Günü’nü kutluyor; eşit, adil ve güçlü bir Türkiye için hep birlikte çalışmamız gerektiğini bir kez daha vurguluyorum.”

Bebek katili içerde olmasına rağmen terör sona ermedi

“Türkiye Cumhuriyeti, 102 yıllık varlığı boyunca çok belalar gördü, çok badireler atlattı. Bunun yaklaşık yarısında PKK denilen terör şebekesi vardı. On yıllar boyunca aynı şebeke, onun başındaki bebek katiliyle, ülkemiz insanının canına, malına, hayallerine kastetti. 50 binden fazla insanımız bu hainlerce katledildi. Sonunda 1999 yılında, bu terör şebekesinin başı Türkiye’ye ‘teslim edildi’. O günden beri müebbet hükümlüsü olarak, İmralı’da layık olduğundan çok daha iyi şartlarda yatmaktadır. Gel gelelim, bu bebek katili içeride olmasına rağmen, etnik ve bölücü terör sona ermedi, erdirilmedi, erdirilemedi. Çünkü bu 25 yılın 23’ünde Erdoğan ve AKP iktidarı vardı. Ne zaman ki etnik ve bölücü terör güvenlik güçlerimizce mağlup edildi, birileri el uzattı ve bu hortlağı tekrar mezarından kaldırarak yeniden aramıza saldı. Normalleşme ve yeni anayasa laflarının dolaşıma sokulduğu 2024 yılı nisan ayından beri, bu senaryosu ve replikleri ithal planın nereye gideceğini söylüyoruz. Çünkü 2002 yılında Erdoğan’a iktidar ve ikbal kapılarını açan şartların, bugün onu yönlendiren faktörlerle bir ve aynı olduğunu görüyoruz ve biliyoruz.

2002 Türkiye’sinde iki büyük deprem ve iki büyük ekonomik krizin vesile kılınarak, Erdoğan’a altın tepside sunulan iktidar makamının amacı, yeni dünya düzeninde Türkiye’ye biçilmiş gömleği ona zorla giydirmekti. Bu gömleğe göre Türkiye; her bir ferdiyle, toplumuyla, sahip olduğu kültürel ve düşünsel zenginlikle torna tezgahına sokulacaktı. Bu torna tezgahının sonunda ise ne olduğu konusunda aşağı yukarı bir şüphe olmayan Büyük Ortadoğu Projesi’nin ortasına atılacaktı. Bu proje, yeni sömürge projesinin adıydı. Bu projenin amacı, Ortadoğu’nun 2000’li yıllarda yeni araçlarla ve yeni söylemlerle, lidersizleşmesi, kişiliksizleştirilmesi, geriletilmesi, barbarlaştırılması, insanıyla ve kaynaklarıyla küresel kölelik düzeninin paryası kılınmasıydı. Bu projenin başından beri çetin cevizi ise Türkiye idi. Çünkü Türkiye tarihiyle, derinliğiyle, milli şuur ve kimliğiyle, laik ve demokratik kurumlarıyla, bu arzu edilen dünya düzeninin istisnasıydı. Kısaca çölde vahaydı ve yıkılmaz kaleydi. Bu yüzden değiştirilmesi zaman alacaktı. Erdoğan, işte bunun aparatı ve sorumlu müdürü olarak, yahut kendi tabiriyle o projenin eş başkanı olarak göreve geldi ve getirildi.

24 yılda Türk milletini uyuttuklarını ve aldattıklarını sanmak cüretidir

Yoksulluğa, yolsuzluğa ve yasaklara karşı bir yüzükle geldiği görevde, uzun süre yanlarına verilen ortakları FETÖ’yle birlikte, devletin 1923 şartlarında Mustafa Kemal Atatürk tarafından inşa ve imar edilen temel kodlarını aşındırdılar. 2016 yılında ise yeterince zayıflattıkları cumhuriyet devletine kim sahip olacak kavgasına giriştiler. Kavgadan, Türk milletinin dirayeti, feraseti ve basireti galip çıktı. Ancak Erdoğan, bunu da kendisine mal ederek, tek adamlığını ilan etti. Artık önünde, kendisine göre cumhuriyetsizleştirilmiş ve Türksüzleştirilmiş, yani yeni şartlarıyla Büyük Ortadoğu Projesi’nin ta kendisi haline getirilmeye hazır bir Türkiye vardı. Çünkü bu yolda geçen, neredeyse çeyrek asır içerisinde milli şuuru da gayrı milli eğitim politikalarıyla ortadan kaldırmıştı. Son hamle ve son kalkışma olarak, kendi ağızlarıyla söylersek, 100 yıllık parantezi kapatacaklardı. Yani milli kurtuluş felsefesini, Mustafa Kemal Atatürk vizyonunu, ve tarihte Göktürklerden sonra kendisine Türk adını veren ikinci devlet olan Türkiye Cumhuriyeti devletini ortadan kaldıracaklardı. İşte haftalardır davulunu çaldıkları, sözde tarihi mektup manşeti attırdıkları ve nihayet geçtiğimiz hafta bütün televizyon ekranlarına sabitledikleri o fotoğraf ile bu parantezi kapatmanın hezeyanına düştüler. Türk milletinin gurur ve haysiyetini, şehitlerin ve gazilerin vatan ve namus uğruna verdikleri mücadeleyi, böylesine çiğneyebilmelerinin sebebi ise, 24 yılda Türk milletini uyuttuklarını ve aldattıklarını sanmak cüretidir.

Teröristle bile barıştın ama Mustafa Kemal’in düşünceleriyle barışamadın

Sanılmasın ki; o teröristbaşı ve onun dalkavuk postacılarıyla verdirdikleri iğrenç ve ihanet dolu fotoğrafla iş bitecektir. O fotoğraf, bunda sonra vermek istedikleri fotoğraf ve mesajların bir girişidir. Çünkü asıl tablo Cumhuriyet’i ve milli devleti ortadan kaldırmak konusunda kurulmuş büyük ittifaktır. Şimdi bu ittifakın bütün bileşenleri çok güzel kelimeler sarf ediyorlar. Şiirsel, romantik ‘ezber bozucu’ laflar… En çok da ‘barış’ diyorlar, ‘bir arada yaşayan halklar’ diyorlar. Elbette, demokrasi diyorlar, ne kadar güzel. Güzellik yarışmalarında mikrofon tutulan modeller gibi konuşuyorlar. İmralı güzeli, Balgat güzeli, Beştepe güzeli hepsi aynı tondan konuşuyor. Bir de onların medyada boy gösteren postacıları. Barış olsun, olmasın mı? İnsanlar ölmesin, ölsün mü? Analar ağlamasın, ağlasın mı? Ve en can alıcı noktaya geliyoruz. Silahlar sussun, susmasın mı? Kim reddedebilir? Silahlar sussun. Barış olsun. Erdoğan, tam bir barış ustasısın. Teröristlerle barışmayı çok iyi bilirsin. Kanımıza canımıza sebep olan teröristle bile barıştın ama; fitreye muhtaç hale getirdiğin emeklilerimizle bir türlü barışamadın. Devletine hizmet eden ama ay sonunu getiremeyen memurlarımızla barışamadın. Alın teriyle üreten ve borç içinde yüzen işçilerimizle maalesef barışamadın. Ülkesini özünden çok seven ama başka ülkelerde gelecek hayali kurmak zorunda kalan ve vize kuyruklarında istikbal arayan gençlerimizle bir türlü barışamadın. Milyonlarca vatandaşımıza iş-ekmek imkanı sağlayan iş dünyamızla barışamadın. Demokrasiyle barışamadın, adaletle barışamadın, hürriyetle barışamadın. Bugün o makamlarda oturmanı sağlayan Cumhuriyet’le barışamadın. ‘Yeni Açılım’ maceranı 7 düvel alkışlıyor ama aynı 7 düvele karşı istiklal ve istikbal mücadelesi vermiş Gazi Mustafa Kemal Atatürk’le barışamadın. Trump’la barıştın, Putin’le barıştın, Sisi’yle barıştın, Netenyahu ile barıştın, ama Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet’le ve onun yasalarıyla barışamadın. Duyuyorsun değil mi sesleri, sen aslında Mustafa Kemal’in düşünceleriyle barışamadın, büyük Türk milletiyle barışamadın.

“Kenan Evren, yetiştirdiği en büyük eseriyle seninle gurur duyardı Recep Tayyip Erdoğan”

Barış, kardeşlik öyle mi? Halen bedenimizde izlerini taşıdığımız 12 Eylül’ün darbeci ve cuntacıları da bunları söylediler. ‘Bu darbeyi dirlik ve düzen için yaptık’, ‘Kardeş kavgasına son vermek için’ dediler. Cemse cemse sokaklardan topladıkları insanları dört bir yanda kurdukları işkence fabrikalarında öğütürken, ‘İşte bu anayasa’ dediler. Anarşi ve terörü ortadan kaldıracak. Kenan Evren, şimdi kalksa mezarından, yetiştirdiği bu en büyük eseriyle seninle gurur duyardı Recep Tayyip Erdoğan. Tam onun arzu ettiği gibi bir dikta rejimi kurdu. Üstelik bunu apoletle de değil, kravatla gerçekleştirdiniz kravatla. Öyle ki artık, nereden ve nasıl aldığını kendisinin de bilmediği ‘başkomutan’ sıfatıyla konuşuyor. Muhalefet partilerini tehdit ediyor. Bu arada aynı onlar gibi barış ve demokrasi getiriyor Türkiye’ye ve artık onların 12 Eylül’le kurumsallaştırdığı vesayetten, kendisine devşirdikleri de yetmiyor.

Türkiye, ebedi hale getirilecek bir istibdat çukuruna yuvarlanmaktadır

Şüphesiz, 28 Şubatçılar da gurur duymaktadır Erdoğan’la… Vesayet vesayet olalı, böyle bir vasi vallahi görmemiştir, billahi görmemiştir. İstibdadın dibini sıyırdıktan sonra, başkomutanlıkla muhalefete şekil vermeyi onlar bile bu kadar açıktan itiraf edememişlerdi. Evet yeni anayasa laflarından geldik buralara, o yüzden hatırlatalım: 1982’de yapılan yeni anayasadan yüzde 90’ın evet dediği o anayasadan 2 yıl sonra 15 Ağustos 1984’de, Eruh ve Şemdinli baskınlarının haberiyle uyandı Türkiye. Jandarma Onbaşı Süleyman Aydın ilk şehidimizdi. Sonra 40 yıl boyunca binlerce askerimiz, polisimiz daha Şehit Onbaşı Süleyman Aydın gibi, bu vatanın ve milletin bölünmez bütünlüğü için şehit düştüler. Hepsinin önünde saygıyla eğiliyorum. Ve bu katil sürüsünün sözde liderinin, sözde ateşkes mektubu okunduğunda, Irak’ın kuzeyinde şehit olan Erinç Canerik toprağa verileli 2 gün bile olmamıştı. ‘Verin 400 milletvekilini, bu iş sulh içinde çözülsün dediler. Şimdi, sulh içerisinde Türkiye’nin çözülmesi sürecinin tam ortasındayız. Türkiye, tarihte eşi benzeri görülmemiş bir yolsuzluk düzeniyle soyulurken, Türk milleti tarifsiz bir yoksulluk içinde uyutulmaktadır. Hasbelkader bu ölüm uykusuna direnenler de korku siyasetiyle susturulmaya, hapsedilmeye çalışılmaktadır. Türkiye, ebedi hale getirilecek bir istibdat çukuruna yuvarlanmaktadır. Türk kimliğinin, devleti ile olan bağı kopartılmak üzeredir. Cambazları güya PKK’yı fesih ederken aslında olan biten, Cumhuriyet devletinin feshidir.

Ana muhalefet olarak demokratikleşme paketine varlarmış

Büyük Türk milleti, sahnelenen oyun bellidir. Sahada biten teröre, siyasette can suyu verilmektedir. Bugün, hem iktidar ortakları hem onların açılım ortakları hem de teröristbaşı aynı dili kullanıyor. Ne diyor; hukuki düzenlemeler ve yasal-anayasal değişiklikler yapılması gerektiğini söylüyor. Şimdi bu koroya ana muhalefet partileri de katıldı. Neymiş efendim bu mesele Meclis’te halledilecekmiş. Yasal ve anayasal düzenlemeler yapılmalıymış. Ana muhalefet olarak demokratikleşme paketine varlarmış ve hodri meydanmış. Hatta Numan Kurtulmuş da devreye girmeliymiş. Ağız birliğine bakar mısınız. Bu terör örgütü 41 yıldır hangi amaçla silah kullanıyor? Türkiye’de ‘demokratikleşme’ bahanesiyle, üniter yapımızı, milli kimliğimizi yaralayacak, hatta yıkacak, yasal ve anayasal düzenlemeleri gerçekleştirebilmek için. Sorarım size; terörü bitirmekle, teröre teslim olmak aynı şey midir? Beyler; muhalefetin görevi, iktidarın değirmenine değil, hakikatin pınarına su taşımaktır. Kralın beklediği sözleri etmek değil, kral çıplak diyebilmektir. Sözüm ona terörsüz Türkiye dedikleri şey, terör örgütünün ekmeğine yağ sürmek, onların hedeflerini kabul edip, gereğini yapmaktan başka bir şey değildir. Bugüne kadar silahlarıyla, bombalarıyla, cinayetleriyle, katliamlarıyla yapamadıklarını, ‘Terörsüz Türkiye’ ambalajıyla gerçekleştirmektir. Siz; terörü bitirmiyor, teröre teslim oluyorsunuz. Aklınızı başınıza alın. Siz; Türkiye’yi terörden kurtarmıyor, terörü devletleştiriyorsunuz. Aklınızı başınıza alın. İktidarınıza zaman kazandırmak için Türkiye’nin geleceğini ateşe atıyorsunuz. Sizinkisi siyaset değil, felakettir. Uyarıyorum; gökte Allah, yerde kul şahit olsun ki, buna izin vermeyeceğiz. Göreceksiniz gerekirse, varlığımızı Türk varlığına armağan edecek ve milletimizle beraber bu oyunu mutlaka bozacağız.

Türkiye içinde, federasyon cehenneminde yakılmak istenecektir

Bugün barış ve demokrasi havarisi kesilenler, bebek katilinden barış güvercini yontmaya çalışanlar, muhalif olmayı teröristlikle bir tutanlardır. Mili irade diye mangalda kül bırakmayıp, kayyumları olağanlaştıranlardır. Sokakları çetelere teslim eden, mafyaları protokolde ağırlayanlardır. Uyuşturucu baronlarına pasaport verip, Türk gençliğini torbacılara kazanç kapısı haline getirenlerdir. 11 yıllık Suriye iç savaşının en ağır faturasını Türkiye’ye ödetenlerdir. Milyonlarca kaçağı doldurup, bu vatanın asıl sahiplerini yabancı haline getirenlerdir. Parayla vatandaşlık satanlardır. Gazetecileri hapse atıp, dolandırıcılara, kara paracılara, bahisçilere kahraman muamelesi yapanlardır. Şimdi soruyorum; çoktan bitmiş ve karargahını Suriye’ye taşımış terör örgütünün muhatap alındığı, güya ateşkes ilan ettiği bu utanmazlığa sevinecek miyiz? O bebek katilini sürmanşetle herkesin gözüne sokan iktidar karşısında korkacak mıyız? Kapalı kapılar ardında aylardır sürdürdükleri ihanet pazarlığı karşısında, işgal altındaki ülke vatandaşları gibi teslim mi olacağız, elbetteki hayır. ’Terörsüz Türkiye’ masalının, Türksüz Türkiye planı olduğunu her fırsatta hatırlatıp tekrarlayacağız. ‘Terörsüz Türkiye’ diye yola çıkılan yolun varacağı yegane yer, Atatürk Cumhuriyetinin mahvıdır. Ulus devletin, üniter yapının imhası ve ilgasıdır. Bugün, İmralı teröristlerine umut ve hürriyet, cumhuriyet çocuklarına zulüm ve hapis reva görülüyorsa bundandır. Hukuksuzluk ve yoksulluk cehennemine atılmış Türk insanı, artık vatanı sayılamayacak bir Türkiye içinde, federasyon cehenneminde yakılmak istenecektir. Ama herkes iyi bilsin ki; o yangında biz değil, Türk’e ve Cumhuriyet’e düşman olanlar yanacaktır. Ezcümle, yakılmak istenen devletimiz ve Cumhuriyetimiz, yani bizler, hepimiziz. Ya hep birlikte oturup buna seyirci kalacağız ya da şerefli Türk vatandaşları olarak, Cumhuriyet devletimizi geri alacağız. Çünkü Cumhuriyet mesuliyettir çünkü cumhuriyet inisiyatif almaktır. Bilinsin ve unutulmasın ki bütün vatan sevdalısı Türk evlatları olarak omuz omuza duracağız ve bu mevziyi bırakmayacağız. Türkiye’yi Türksüzleştirmeyeceğiz. Cumhuriyet’i yıktırmayacağız. Türk vatanını böldürtmeyeceğiz. Ne mutlu Türk’üm diyene.”

Reklam Alanı