Milliyet Yazarı Özay Şendir, bugünkü köşesinde Futbol meselesini ele aldı.
Futbol bir eğlencedir, yendiğimiz zaman rakip takımın taraftarlarına takılır, yenildiğimiz zaman bize takılanlara iyi cevaplar vermek için kafamızı daha çok çalıştırır, eğleniriz.
Türkiye bu duygusunu kaybetti.
Tıpkı siyasette olduğu gibi kendimize yakın olanı sevmek-desteklemek yerine, rakipten nefret etmek üzerine bir düzen oluşturduk.
Bu nefret düzeninden daha acı ve tehlikeli olan nokta, futbolun adalet duygumuza verdiği zarar.
Neredeyse tüm takımların taraftarları futbolun saha dışında şekillendirildiğine inanıyor.
Anadolu takımları büyük takımlara karşı haksızlığa uğradıklarını, büyük takımlar da içlerinden birinin kayırıldığını ve korunduğunu düşünüyor.
Hakemlerin hataları ya da bilerek yaptıkları da her gün bu düşünceyi güçlendiriyor.
Sadece bununla kalsa iyi, futbol dünyasının yüzleri çoğu zaman kendilerini kanunların üzerinde görecek şımarıklıklar yapıyorlar.
Belinde silahla hastaneye gitmek, milli takım uçağında gazeteciye saldırmak, hepimizin kutsallaştırdığı milli formayı giymeyi prim tartışmalarının bir parçası haline getirmek, tamahkârlıkları yüzünden dolandırıldıklarında bir telefonla işi çözeceklerini sanmak bu sektörün yüzlerinin kafa yapılarını gösteren iyi birer örnek aslında.
Bir yanda FETÖ ile ilişkilerinin yeterince sorgulanıp sorgulanmadığına dair şüpheler olan teknik adamlar diğer yanda haklarında FETÖ soruşturması olan kulüp yöneticileri ve tartışmalı kararları yanlarına kâr kalan bir hakem düzeni…
Liglere ara verildiğinde Süper Lig’de hafta atlarken, 1 Lig’e kaldığı yerden devam eden futbol yönetimi.
Tüm bunlar yetmezmiş gibi, 1990’larda terörle mücadelenin kötü yüzü beyaz Torosların pankartının açıldığı tribünler…
Bu haliyle futbol artık bir eğlence, bir spor dalı olmaktan çıkıp, ülke güvenliğine zarar veren, adalet duygusunu törpüleyen bir hale döndü.
Hakem Halil Umut Meler’e atılan yumruk okyanusta damla bile değil aslında.
Futbola dair tüm unsurların, FETÖ ilişkileri dahil gözden geçirilmesi ve oyunun sahada oynanıyor olması mutlak şart haline geldi…
Maaş 150 bin lira, eleman yok
Önceki gün Türkiye’nin en önemli inşaat şirketlerinden birinin sahibiyle çocuklar ve gelecek planları üzerine konuşuyorduk.
Lisedeki çocuğuyla gelecek planları üzerine konuştuklarını söylerken ilginç bir bilgi verdi: “Şimdi Türkiye’nin en iyi üniversitesini bitirip, iki dili ana dili gibi konuşsa, dışarıda 20-30 bin lira maaşla iş bulabilir.
Buna karşın, kule vinç operatörü olsa alacağı maaş en az 150 bin lira olacak. Mermer, seramik, sıva ustalarının aylık maaşları da minimum 50 bin lira oldu.”
Rakamlar çarpıcı ama daha çarpıcı olan işgücü planlama eksikliğimizin yol açtığı durum. Herkesi, beyaz yakalı, üniversite mezunu yapmaya çalışmamız, inşaat, tarım ya da hayvancılıkla uğraşmanın sosyal statüsünü zayıflatmak böyle bir sonuca yol açtı.
Daha önce yazmıştım, babasının büyük bir sürüsü olan genç adam, baba işini devam ettirmek yerine Manisa’da bir beyaz eşya fabrikasında asgari ücretle çalışıyor, zira o mavi yakalı iş bile hayvancılıkla uğraşmaktan daha saygın hale geldi.
Türkiye’de deprem bölgesi ve kentsel dönüşümle beraber inşaat sektöründe yaşanan patlamanın geçici sonucu değil bu. İnşaat işi söz konusu olduğunda iş makineleri ve hafriyat kamyonlarının lastik onarımı için de iş gücüne ihtiyaç var ama o da sıkıntılı.
Sonuç olarak işgücü planını yeniden yapmamız, ofiste çalışan üniversite mezunu olmayı saygın yaşam görmekten vazgeçmemiz gerekiyor. Namusuyla yapılan her işin kutsal olduğunu önce ailelere sonra da gençlere anlatmamız şart…
3 rehine korkunun kurbanı olmuş
İsrail Ordusu’nun 3 rehine İsrail vatandaşını öldürmesine dair soruşturmada oldukça ilginç bilgiler ortaya çıktı.
15 Aralık’ta öldürülen rehineler aslında 5 gün boyunca Gazze’de saklanmış ve kurtarılmak için çok sayıda işaret bırakmışlar.
Rehinelerin serbest kalma hikayesi Hamas militanlarıyla İsrail Ordusu arasında yaşanan çatışmayla başlıyor.
Rehinelerin olduğu binaya yollanan eğitimli köpek Hamas militanları tarafından vuruluyor, binada bulunun 3 İsrailli rehine de İsrail askerlerinin açtığı ateş sonucunda Hamas üyelerinin ölmesiyle serbest kalıyor.
Serbest kalan rehinelerin yemek artıklarıyla İsrail askerlerinin görmesi için birden çok İbranice mesaj yazdıkları ama İsrail Ordusu’nun bu mesajları Hamas’ın tuzağı zannettiği şimdiden ortaya çıkmış durumda.
Bir başka detay, İsrail askerlerinin 10 Aralık’ta operasyon yaptıkları binaya girmeye çekindiklerini de ortaya çıkardı.
O gün binaya girip, ölen köpeğin üzerindeki kamerayı inceleseler, rehinelerden birinin adını ve imdat diye bağırdığını göreceklerdi.
Bu bağırışı operasyona katılan İsrail askerleri de duymuş ama yine Hamas tuzağı diye aldırmayıp, katliama devam etmişler.
Sonuçta denetim altına aldığını söylediği bölgede, 5 gün boyunca 3 vatandaşına ulaşamayan, onların yardım mesajlarını Hamas tuzağı zanneden bir İsrail portresi çıktı karşımıza.
Yani gerçekle, İsrail Ordusu tam hâkimiyet sağladı açıklamaları arasında çok ciddi bir fark var.